Zaman, Proust ve Yazmak Üzerine

Zaman öyle bir kavram ki varlığı, gerçekliği ve algılanışı felsefi açıdan defalarca sorgulanmış, zaman bilincinin öznel mi, yoksa nesnel bir deneyim mi olduğu sorusu ise, karşılıklı argümanlarla büyük tartışmaların konusu olmuş. Amacım bu sorulara büyük ve iddialı yanıtlar bulmak değil elbet; onların arasında dolaşırken,zamanın, sıradan insan üzerindeki hâkimiyetini şaşırtabilecek, bu hâkimiyeti ters köşeye yatırabilecek açılımları yakalamak. Gözlerim bağlı sezgilerimle yolumu bulmaya çalışırken, 19. yüzyıl Fransız filozofu Henry Bergson’dan* etkilenerek, belki de zaman hakkında en kapsamlı romanı yazan Marcel Proust üzerinden bir yol izlemeyi, konuya meydan okuyucu bir perspektif olarak gördüm.

Bergson’a göre gerçek zaman, öznel bir deneyim, bir içsel yolculuk, sezgisel bir süreç.** İnsan aynı anda hem geçmişi, hem şimdiyi, hem de geleceği, kendi içsel sürecinde yaşayabilir. Bellek, geçmişi, şimdiki zamana ya da âna taşıyabilir. Böylece zamanın kronolojik yapısı kırılır, kipler sürekli yer değiştirir; zaman, oyununu bireyle eşit şartlarda oynar.

Marcel Proust da ”Geçmiş Zamanın İzinde” roman dizisinde hatıraların gücünden söz eder. Zaman, romanın ana karakterlerinden biridir. Döngüsellik, başlangıçtan yola çıkıp aynı yere varış, muhteşem bir anlamsal zenginlikle resmedilir. Geçmişin aynı anda nasıl şimdiye dönüşebileceğinin keşfini yaparız. Zaman bizi içine alır, küçük detaylarla gelen hatıralarla tanıştırır. Bu hatıralar sadece bilincimizde görselleştirdiğimiz resimleri değil, duyguları da  uyarır. Romanı okudukça, hatırlamanın sadece aynı duyguyu bir kere daha hissedebilmekle anlam kazandığını, diğer türlü albümler içindeki eski fotoğraflar gibi birer geçmiş imgesi olmaktan öteye geçemeyeceğini anlarız. Zamanın kapılarının bize açılabilmesi için, hatıralara ait duygularımızı da, yeniden deneyimlememiz  gerekir.

Zamanın bizimle ilişkisi kendiliğinden bir sonsuzluğu olmasının ötesinde, bize ait bir başlangıcı ve sonu olacağı bilgisidir. Bu son kendi ölümlülüğümüze ait bilincimizdir. İnsanı diğer canlılardan ayıran bu özellik, aynı zamanda bir çok filozofa göre onun lanetidir. Hangi bilinç bir gün öleceğini bilerek sonsuz mutluluğa göz kırpabilir? Hangi bilinç zamanın, yaşanan değerli anları geçmişe hapsederek, bir daha asla oradan çıkmalarına izin vermediği bir gerçeklikle baş etmeyi başarabilir? Proust’a göre dünyevi cennet zamanda kaybedilenlerdedir. İnsanın sahip olduğunun ve deneyimlediğinin değerini onu kaybetmeden bilemeyeceğini söylerken, zamansal mesafe koymadığımız değerleri anlamamızın da mümkün olamayacağına inanır. Bu varsayımla bizler, akan zamanın dışına çıkamadığımız sürece, karamsar rüyalarımızla, çaresiz bilincimizle, anlamsızca sonunu bekleyen ruhlardan öteye geçemeyeceğimizi fark ederiz.

Zamanın dışına çıkmayı, onu bir anlamda kaybetmek olarak tanımlayabiliriz. Tıpkı bilinçdışımızın zamandan bağımsız olması gibi, bilincimizi de, zamana mesafe koyarak, onun boyunduruğundan kurtararak özgürleştirebiliriz. Bu özgürleşme ile bizi kontrol eden bir zaman yerine, bizim hükmedebileceğimiz bir zamana geçebiliriz. Zamana hükmetmeyi, bir anlamda onu tekrar bulmak, tekrar yaşamak olarak düşünürsek,  yinelenen bu yaşantı sadece yazarak, pervasızca yazdığımızla zamanı tekrar yaratarak gerçekleşir. Bilinçsizce aranmaya başlanan zaman, yazarın kelimeleriyle tekrar oluşur. İki ucu birbirine bağlanan bir ip gibi, bir süre sonra başlangıç ve son algısı bozulur, zamansız bilinçdışımızdaki pencereler açılır, içeride gördüğümüz imgeler kelimelere dökülür. Artık zamana hüküm başlamıştır.

Çoğu zaman, eşsiz bir deneyim, örneğin bir sevgilinin öpücüğü, sonsuza itmek, zaman dışına taşımak istediğimiz bir deneyimdir. Oysa içinde hapsolduğumuz anın ötesine geçemez. Hissettirdiği zaman üstülük, sonsuzluk duygusu, gerçeklikte zamanın sınırları içinde kalsa da yazmaya çalıştığımızda, deneyim olarak estetik boyut kazanarak, sonsuzluğa kapılarını açar, zamanın boyunduruğundan kurtulur. Betimleyebildiğimiz her an, her deneyim, kurgulayabildiğimiz her algı, bize hayatı bir sanatçı gibi yaşama duygusu uyandırır. Hayatın kendisi bir sanat eserine dönüşür. Benzer bir süreci Proust’un anlatıcısında da görürüz. Yazmaya başladığı andan itibaren, zamanın yakalanmazlığının ve uçarılığının yarattığı hüzün ve acıyla baş edebildiğini görür. Bu noktada hayatın tüm acıları, kişinin yüreğinde anlamsız bir yük olmaktan çıkar, estetik bir kaygıya dönüşür. Yazar, zamanın içinde kaybolmuş sonsuzluk deneyimlerini, tekrar keşfederek kendi kurgusunda bize sunan sanatçıdır. Zaman ise içine dalıp hazinelerini dışarı çıkarabileceğimiz bir denize benzer.

Bu deneyim, ne yazık ki ancak şimdiki zamanın bize sunduğu gerçekliğin rahatlatıcı ve keyif verici anlarından uzaklaşmayı başarabildiğimizde gerçekleşir. Bu kopuş, keşfettiklerimizi anlamlandıracak, gerçeğe yabancılaşarak koyduğumuz mesafe ile onlara atfedebileceğimiz estetiği oluşturacaktır. Güncel ve gerçek hayata koyulan bu mesafe, yazarın ortaya çıkaracağı eser için zamana ödediği bedeldir. Geçmiş zamanın anıları hatırlanarak, hissedilerek, tekrar kurgulanıp zamandan koparıldığında, insanın zamana karşı en büyük zaferi de gerçekleşmiş olur. Edebiyat, insanoğlunun belleğindeki an parçacıklarının, bilinçli zamandan koparılıp, sonsuzluğa ait oluşunun manifestosudur. Yazar, zamanda zihinsel gidiş gelişleri başararak, imgelere bakışımız, olguları anlayışımızla oynayan, zamanın düz boyutunun dışına çıkıp, estetik boyutuna ulaşabilen bir asidir. Ölümsüz bir boyut olan estetik, zamansız ve evrenseldir. Zamana karşı direnen asiler için, bu estetik keşfedildiği andan itibaren, zamanın sınırlılığı artık bir tehlike değildir. Bu nedenledir ki yazar, edebiyat sayesinde, zamana meydan okuyarak ölümsüzlüğe ulaşan, zamanı şaşırtan kişidir.

*Henry Bergson, 1859-1941 yılları arasında yaşamış Fransız Filozof. İdealist felsefenin Fransadaki temsilcilerinden olup, ”Sezgicilik” (entüisyonizm) akımını kuran filozoftur.

**Henry Bergson, Matière et mémoire (Madde ve Bellek) (1896)

AYŞEN SOMUNKIRAN ÖZAGAR