Gradiva, Bir Pompeii Düşü

Gradiva, Bir Pompeii Düşü

Gradiva, Norbert Hanold’un Pompeii’nin gömülü harabelerinden çıkardığı çocukluk aşkı hakkında bir romandır. Önce Roma daha sonra Pompeii’ye uzanan huzursuz yolculuğuyla başlar. Vesuvius’u arka plan olarak muhteşem kullanan yazarın anlatımı, tarihi şehrin kendi bilinçaltındaki yanılsamalarını ve bastırılmış aşkın tekrar keşfedilmesini birlikte verirken büyüleyicidir.

Freud tarafından rüyalar teorisini desteklemek için ayrıntılı bir şekilde incelenen bu roman, yazarın hayal gücü ve psikolojik içgörüsü adına olağanüstü bir eser olarak görülmektedir.

Freud’un 1907 tarihli “Sanrılar ve Düşler” adlı makalesi, bir bastırma, fantezi ve iyileşme analizi, bilinçdışı zihnin işleyişine ilişkin anlaşılır bir araştırma ve psikanalize muzaffer bir giriş niteliğindedir. Bunların tümü edebi bir metnin incelenmesi yoluyla gerçekleşir:

Wilhelm Jensen’in “Gradiva. Bir Pompei Düşü”

Antik bir yarım kabartmaya (Gradiva) bakan bir arkeoloğun hikâyesidir bu. Ancak Gradivayla hem Freud hem Jensen hem de romanın baş karakteri Norbert arasında gerçekleşen bu bakışma oyunu, temsiller tarihinin daha geniş alanı içinde yer alan başka bir hikâyeyi anlatır bize.

Roma’daki Vatikan Chiaramonti Müzesi, üç binden fazla parçaya ev sahipliği yapmaktadır. Burada bulunan kabartmalardan bir tanesi, Wilhelm Jensen’in 1903 tarihli kısa öyküsünden esinlenerek Gradiva olarak anılmaktadır. Yürüyen bir kadını tasvir eden bu basit kabartmayı önce Jansen’in romanı daha sonra da Sigmund Freud’un çalışması kültürel ve psikolojik fenomen haline getirmiştir.

Figürün bir kadrosu Londra’daki Freud Müzesi’nde, Freud’un danışma odasında duvarda asılıdır. Ayrıca 1938’de Londra’ya taşınmadan önce Freud’un Viyana’daki Berggasse 19 adresindeki ofisinde de bulunduğu düşünülmektedir.

Freud alçıyı Roma’da aldıktan sonra karısı Martha’ya şöyle yazmıştır: “Bu kadar uzun süre yalnız kaldıktan sonra bugün Vatikan’da çok tanıdık bir yüz gördüğümde duyduğum sevinci bir düşünün! Ancak tanıma tek taraflıydı çünkü bu, duvarın tepesindeki Gradiva ydı”

Jensen’in romanına gelince, Gradiva, bir kadın figüründen etkilenen genç arkeolog Norbert Harold’ın hikâyesini anlatır. Gradiva adını verdiği bu yürüyen kadın figürünü ilk defa Roma’da, müzedeki bir yarım kabartmada görür. Romanın başlangıcı Freud’un yaptıklarıyla paralellik gösterir:

“Norbert Harold, Roma’nın büyük antika koleksiyonlarından birini ziyareti sırasında kendisine son derece çekici gelen bir yarım kabartma keşfetmişti, bu nedenle Almanya’ya döndükten sonra ondan muhteşem bir alçı kalıp elde edebildiği için çok memnun oldu. Bu, birkaç yıldır çalışma odasının duvarlarından birinde asılı duruyordu; diğer tüm duvarları kitaplıklarla kaplıydı.”

Norbert’i asıl etkileyen figürdeki kadının gerçeğe aykırı görünen yürüyüşüdür. Böylece sokakta yürüyen kadınları gözlemlemeye başlar; bu durum onun için bir ilktir çünkü kadınlara daha önce hiç ilgi duymamıştır. Bir gece rüyasında Vezüv yanardağının patlaması sırasında Pompeii’de olduğunu görür. O anda birdenbire Gradiva yürürken belirir, sonrasında küller onu kaplamadan önce mermere dönüşür. Ertesi gün aynı yürüyüşle yürüyen bir kadın görür ama yakalayamaz. Bir dürtünün ardından İtalya’ya gider ve bunu arkeolojik araştırmaların bilimsel bahanesiyle meşrulaştırır. Pompei ona taşlaşmanın, ölümcül hareketsizliğin yeri gibi görünür; ama “İnsan kulağının anlayabileceği bir tarzda olmasa da konuşmaya başlayan” bir ölümdür bu.

Yolculuğunun gizli amaçlarını yavaş yavaş anlamaya başlar. Gradivayı etten kemikten haliyle yürürken gördüğünde kendi fiziksel doğasının esrarengiz duygulara maruz kaldığının farkına varır.  Onunla eski Yunanca ve Latince konuşur, karşısındaki Almanca cevap verir. Tam onun hayata dönen ölü bir Pompei kadını olduğuna ikna olmuşken, daha şaşırtıcı olaylara tanık olur. Yaşayan bir insan gibi yemek yiyordur, yoldan geçen biri ona ‘Zoe’ diye sesleniyordur ve bir sineği öldürmek için dürtüsel olarak kadının eline vurduğunda, onun “Şüphesiz gerçek, canlı ve sıcak insan elini” hissetmiştir.

Sonunda Gradivası ona kendisini çocukluk komşusu Zoe Bertgang olarak tanıtır. Bu kadın ilk başta Norbert’in ani ve garip ilgisine şaşırır ama bir süre sonra bir fantezi oyunun içinde olduğunun farkına vararak Norbert’e uyum sağlar.

Hayal gücüyle bilimsel zihin arasındaki çatışma hikâyenin her yerinde devam eder. Kendini bilimine adamış katı bir arkeolog olan Norbert, kişiliğini duygusal yaşamının zararına yapılandırmıştır ancak bu duygusal bastırılmışlık sadece rüyalarda değil uyanık olduğu saatlerde de mevcut olan, genellikle canlı bir hayal gücüne de sahiptir.

Norbert’in bakışıyla Gradiva figürü iki anlatı boyunca gelişir:

Birincisi, ‘yürümenin mekaniği’ üzerine bir vaka çalışması olarak ikincisi, Norbert’in iç kurgusal anlatısının kahramanı olarak. Nötr bir arka plana karşı figürün karakterinin silueti hayal gücü tarafından kesilip Pompei tarzı bir manzaraya yapıştırılır. Bu yazar tarzında yapılmış bir kolajdır çünkü onu büyük, gürültülü ve kozmopolit Roma çerçevesine koymak genç arkeoloğun düşüncesinde oturtamadığı bir durumdur.

Böylece kurgusu tahminden kesinliğe ve ardından deliliğe yükselen bir fantezi olarak ortaya çıkar. Nesnesi hem bilimsel sorgulamaların hem de hayali yaratımların çabaladığı, karşıt doğadaki anlatıların bir arada var olduğu, yaratıcı ve bilimsel zihinler arasındaki ayrımın ortadan kalktığı yerdedir.

Roman, Jensen’in ve çağdaşlarının hem sanat hem de bilim alanında imgeler ve nesnelerle nasıl ilişki kurduklarını ve onların görme biçimlerini yansıtması açısından çok önemlidir. İlk topos, yoldan geçen kadınla ilgili 19. yüzyıl edebi kinayesidir. Figürün yürüyüşü, Norbert’in takıntısı, anlatının ana temasını oluşturur:

“Sanki sanatçı… sokaktan geçerken onu hayattan hızla sıradan bir modele sabitlemiş gibi…”

Sabitlenemeyen ve kaybolmaya mahkûm olanı gözle sabitleme çabası olarak bize benzer metinleri anımsatır.  Örneğin Baudelaire’in ‘Yoldan Geçene’ şiiri gibi… Bu tema aynı zamanda Fredric Jameson’ın modern edebiyatın ‘duyusal olanı kaydetme’ girişimi olarak tanımladığı ve ‘burada ve şimdi’nin yenilenmiş estetiğinin simgesidir aynı zamanda. Bir yandan da Andreas Mayer’in yoldan geçen kadın hakkındaki açıklamalara atıfta bulunarak işaret ettiği gibi erotizmin modern ifadesidir.

Jensen’in metnindeki bir diğer modern edebi konu da ‘hayalet’ mekanizmasıdır. Aniden âşık olmakla ilgili olarak, erkek bakış açısıyla gözlem sürecini harekete geçirir. Bu, Frédéric Moreau ve Bayan Arnoux’nun Flaubert’in Duygusal Eğitim adlı eserinde ilk kez buluştuğu sahnede icat edilmiştir.

Ortaya çıkan son edebi tema, yoldan geçen kadın olan ‘flânör’ün durumudur. Flânör’ü başka bir yürüyüşçüden veya yoldan geçenlerden ayıran şey, yürüyüşünün amaçsızlığıdır. Gerçek bir flânör olarak Norbert, kadınları gözlemlemek için sokaklara çıkmanın, Roma’ya, Napoli’ye ve Pompei’ye seyahat etmenin kendi nedenleri hakkında bilgisizdir, ta ki bir noktaya kadar:

“Bu anıyla ilk kez başka bir şeyin bilincine vardı; kalbindeki nedeni bilmeden bu nedenle İtalya’ya gelmiş ve onun izini burada bulup bulamayacağını görmek için hiç durmadan Roma ve Napoli’den Pompeii’ye gitmişti – ve kelimenin tam anlamıyla bu…”

Walter Benjamin’e göre flânörlük bir yandan gözlem nesnesi olan kalabalığa dalmanın hazzını diğer yandan şehir fizyonomilerinin keskin bir şekilde okunmasını içerir. 

İlginç bir şekilde, baş karakteri hareketli bir flânöre dönüştürme yetkisine sahip olan şey hareketsiz nesnedir: Eski, antika bir parça, bu dünyadaki hareketli yaşama uzak, sabit, ilgisiz arkeoloğu modern, neredeyse züppe benzeri figüre dönüştürmüştür.

Susan Blood, Baudelaire’in “Yoldan Geçene” eserini incelerken şunu öne sürer:

“Edebiyat kendisini, görsel ve ses kayıtlarının “duyusal olanı kaydetme” ve “burayı ve şimdiyi” yakalama fikrine yeni bir anlam kazandırdığı, değişen bir teknolojik ortamda buldu.”

Kentsel flânör motifinin bu modernite temalarıyla sanat ve bilim arasında köprü oluşturduğunu düşünmek keyifli bir bakış açısıdır. Bu tarz fotografik gelişmeler 19. yüzyıl imajına yeni bir statü kazandırmıştır.

Jensen’in romanda yer verdiği bir çok kavram modern edebiyatın kapılarını aralar, insanın iç dünyasının analizini öne çıkarır ve haklı olarak Freud için teorilerini edebiyat üzerinden kanıtlama adına çok önemli bir kaynak oluşturur.