Yankılar
Babamın sesi… Annemin sesi… İlk aşkımın sesi… Arkadaş sesi… Akraba sesi… Bir tanıdık sesi… Tanımadığım birkaç insan sesi… Adını bile unuttuklarımın sesi… Kumruların sesi… Sanki hepsi yine bir araya gelmiş de her adımımda daha da canlanıyorlardı. Bahçe içinde bir ev. Dökülmüş sıvaları, rengi solmuş pencere pervazlarıyla kırışık yüzüne ne kadar makyaj yaparsa yapsın gözlerinin çöküklüğünü gizleyemeyen bir primadonnadan farksız… Üzerinden çok mevsim geçmiş, her yeri eğilip bükülmüş, çürümüş, kırılmış ama beni görür görmez tüm vefasızlığımı unutmuş eski bir dost gibi özlem dolu bakışlarıyla karşımdaydı. Görmeyeli sokak bile yaşlanmış, rengi solup gitmişti. Sahi kaç yıl olmuştu buralara gelmeyeli? Kaç yıl oldu ki onlar öleli?
‘Ooo Erhan oğlum, gerçekten sen misin?’ Eskiden tanıdığım bir yüzün, daha yaşlı bir haliydi bana seslenen.
‘Hoş geldin oğlum! ‘
‘Hoş bulduk’
Suratıma şaşkınlıkla karışık bir tebessüm yapıştırdım. Resmiyetle elini sıktım, o benim omzumdan tuttu, alışık olmadığım samimi bir tavırla bir başkasına sarılıyor gibi sıkı sıkı sarıldı. Elindeki poşette ekmek ve sigara paketleri vardı.
‘Bana gelmiştin değil mi?’
‘Evet’ demek zorunda hissettim. Bu rastlaşma aklımın ucundan bile geçmemişti.
‘Çok beklemedin ya? Şu büfeye kadar gitmiştim, ekmek kursaktan zor geçiyor da şu tütün illa tütecek’ Koluma girdi.
‘Haydi, gel’
Merdivenlerden çıkarken durmadan bir şeyler anlatıyordu. Bir iki adım atıp duruyor, soluklanıyor, konuşmaya devam ediyordu. Sanki her basamağı çıkışında bir anısı canlanıyordu.
‘Bizim oğlanla iddiaya tutuşurdunuz hep bu merdivenlerde, hatırladın mı? Yok sen üç basamak atlarsın, yok ben beş basamak diye, oğlum derdim, düşersiniz’
Böyle mi konuşurdu gerçekten? Okul koridorlarında gürleyen o diktatör sesin şimdilerde ılık bir esintiye dönüşmesine şaşırmıştım.
‘Çocukluk işte’ deyip geçiştirdim.
Kapıyı açar açmaz mutfağa yollandı, ben salona yöneldim. İçerisi eskiye göre sıkkın ve bunaltıcıydı. Biçimi yine aynı ama rengi değişmiş bir salon. Gün, sanki laf olsun diye doğmuş gibi ince şeritler halinde sadece duvarı aydınlatıyordu. Pencere kenarına konmuş karşılıklı iki koltuktan biri; gazete, gözlük , izmarit dolu kül tablası, birkaç ilaç kutusu ve yarım bırakılmış çay bardağıyla çevrelenmişti, diğerine oturdum. Camdan sokağa bir göz attım, bizim evin sadece bir köşesi görünüyordu. O an kendimi bir yıldızın tepesine oturmuşum da bilmem kaç ışık yılı uzaklıktaki geçmişimi izliyor gibi hissettim. Kapıyı ayağıyla itti, beceriksizce tuttuğu çay bardaklarıyla içeri girdi.
‘ Aç mıydın yiyecek de getireyim?’ Nedense karşıma oturmaktan kaçınıyormuş gibime geldi.
‘Yok ben sizi görmeye geldim, çay yeterli’ Yalanıma ben de inanmıştım.Münasebetsiz bir rastlaşma beni bu koltuğa sürüklemişti ne de olsa.
Hırkasını, köşedeki sandalyeye fırlattı, ışık huzmeleri toz taneleri ile doluverdi. Çökük koltuğuna yerleşirken derin bir iç çekti, oturur oturmaz nöbetini devralmış bir asker gibi sokağa göz attı. Bunu bir alışkanlık haline getirdiği boş bakışlarından anlaşılıyordu. Bir yandan da sigara paketini açtı, bir tane bana uzattı, canım çekmişti ama reddettim, o hızlıca yaktı, iştahla bir nefes çekti. Dumanını, yüzüme üfleyerek lafa girdi.
‘Yapayalnız kaldık işte, arada bir böyle eş dost geliyor da avunuyoruz.’
Bir yıl kadar önce karısının öldüğünü duymuştum. Demek ki Ufuk da annesinden sonra pek uğramaz olmuştu.
‘Tabii hiç kolay değil, başınız sağ olsun, gelemedim bir türlü’ Gözlerindeki yaşları gizlemek istermiş gibi yüzünü, sigara dumanının arkasına sakladı. Bu yüzü, ağlarken görmek tuhafıma gitmişti.
‘Dostlar sağ olsun oğlum, elden bir şey gelmiyor’ diyerek omuzlarını silkti, bakışlarını yine sokağa dikti. Yıllar, bu adamı ne kadar da değiştirmişti. Her zaman saçı sakalı nizami bir şekilde tıraşlı olur, suratı tek bir ifadede donmuşçasına katı, gömleğinde en ufak kırışıklığa bile tahammülü olmayan, düz bir çizgi üzerinde yaşayan o adam; şimdi eskimiş, buruşmuş, çürümüş, erimiş, eğilip bükülmüştü.
‘Ölüm geldi mi çare yok, ne yapalım?’
Ezbere birkaç laf geveledim, ölümden konuşmak istemiyordum. Gözlerimi odada gezdirdim. Ufuk’un birkaç fotoğrafı asılıydı. Birinin bakışlarını yakından tanıyordum, diğerleri aynı bakışlı yabancı bir adamdı. Acaba o nerelerdeydi? Çocuklarının adı neydi? Kız mı oğlan mı? Kaça gidiyorlardı? Karısıyla mutlu muydu? Evli miydi? Boşanmış mıydı? İşi nasıldı? Yaş aldıkça o da şişmanlamış mıydı? Umurumda değildi ama usulen sormalıydım. Bana fırsat vermeden mırıldandı.
‘Ufuk’un cenazesi günü öyle bir yağmur yağdı ki sanırsın gök boşaldı, öyle bir yağmur’
Ufuk’un cenazesi günü mü? Öyle bir gün mü vardı? O anlatmaya devam etti, içimde yankılanan cümleden başkasını duyamadım. Ufuk öldü mü ? Hangi gün? Mideme kaynar bir su akar gibi oldu, buharı yüzümü bile yaktı.
‘Dört ay geçti ama nasıl geçti bir de bana sor’
Gözlerinden yaşlar süzüldü, bu kez o saklamadı, ama ben sakladım.
‘O dört ay, on yıl götürdü ömrümden’ Bu sefer de ben kelime bulmakta zorlanıyordum. Her cümle bir öncekinden daha keskindi, kaçacak yer bulamıyordum.
‘Burada tek başıma kaldım ama orada bekleyenim çok’ dedi kendinden emin.
Sonunda sessizliğime, sessizleşerek cevap verdi. Nereye bakacağımı bilemedim, yüzümü yine sokağa çevirdim. Sokağın başından babam geliyordu, annem sokaktan el salladı, Ufuk sokağın ortasında öylece dikiliyordu, annesi sokakta Ufuk’u bekliyordu, adını unuttuğum insanlar gelip geçiyordu sokaktan, kuşlar uçuşuyordu sokağın tepesinden…
Alarm sesiyle irkildik, ilaç kutularına sarıldı, özenle içti. Demek dört ay olmuştu. İki koltuk arasında dört ay vardı, sezdirmeden bu ölümü hemen hazmetmem gerekiyordu. Herkes ölmüştü işte, üstümüz başımız ölüm olmuştu ama hala şaşırıyorduk! Ben bile şaşırıyordum!
‘Siz iyi oldukça onlar orada rahat uyuyacak’ Sesimdeki yapmacıklığı sadece ben anlayabilirdim; o, bu teselli sözlere dünden razıydı.
‘Tabii ya orası öyle, bazen diyorum bak seni görüyorlar, sen sağlam duracaksın ki onlar da orada huzurlu olsun, doğru değil mi?’
‘Öyle’ dedim dışımdan. ‘Nah görüyorlar’ dedim içimden. Ölüleri bile rahat bırakmıyorduk, gece gündüz bizi izlesinler istiyorduk, yaşamanın ağırlığı yetmiyormuş gibi ölünce de yakalarından tutuyorduk, bırakmıyorduk. Mezarın içinde mutluluğa ihtiyaç duyulurmuş gibi! Dünyevi tüm ağırlığımızı onlar da hissetsin istiyorduk. Anlıyordum; bu, ölümü kabullenebilme biçimimizdi. Ama sokakta dikilip bana bakan Ufuk, nasıl ölmüş olabilirdi? Nasıl ölüveriyorduk? Nasıl ölecektim? Ama ben kimseyi izlemeyecektim!
‘Çayını soğuttun oğlum’
Yaşama geri dönmek zorundaydık, dönemiyordum. Titreyen eliyle çayından bir yudum aldı.
‘Sen nasılsın? İnsan bir uğramaz mı? Evi bir sattın, terk-i diyar ettin’ dedi mendille yüzünü gözünü silerken. Ufuk’un yaşlanmış yüzüyle tebessüm etmeye çalışıyordu.
‘İyiyim ben de, iş güç’ Kendimden bahsetmek istemedim, yalan söylemeye üşeniyordum. İkna olmamış gibi devam etti.
‘Evlilik falan yok mu?’
‘Yok’ dedim. Kulağıma karımın sesi doldu.
‘Sana katlanamıyorum, boşanalım’
Elini havada savuşturarak araya girdi.
‘Boş ver, olur gider’
‘Olur’ dedim dışımdan. ‘Olmayacak’ dedim içimden.
Bir sigara daha yaktı.
‘Ben kalkayım artık’ dedim. Yine canlı bir hale büründü.
‘Akşama kalsaydın, yemek yerdik, bir iki kadeh bir şey içerdik’ Gözlerindeki yalnızlık az kalsın beni ikna edecekti, bakışlarımı kaçırdım.
‘Gelirim yine, buralardayım’ dedim dışımdan. ’Bir süreliğine’ dedim içimden. Rahatladı. Hiç olmazsa bahçedeki eriklerden tattırsaydı, kabul ettim. Merdiven boyunca yine anılara daldı. Tırabzana muntazam bir şekilde tutunuyor, basamakları yavaş yavaş iniyordu. Niye bu kadar sıkı tutunuyordu?Atıverseydi ya kendini aşağıya! İlaçlarını niye tam saatinde alıyordu? Yaşamanın ne anlamı kalmıştı ki onun için? Bu işkenceyi niye uzatıyordu? Niye yaşamakta bu kadar diretiyordu? Ölüm korkusu böyle bir şey miydi? Ya ben niye buraya gelmiştim? Geçmişe saklanarak ölümden kaçabileceğini sanan bir zavallı mıydım? Karımın sesi çınladı.
‘Zoru görünce hep kaçıyorsun!’
‘Korkak herif!’
Ağlama sesi… Kapı sesi… Cadde sesi… Merdiven sesi… Yabancı bir kapı sesi… Mor perdelerin kapanma sesi… Fahişenin gri sesi…
‘Muamele ister misin?’
Hızlı adımlarla kendimi sokağa attım, boğulacak gibiydim. Midemdeki ateş tüm vücuduma yayılmıştı, artık sönsün istiyordum. Bizim evin perdeleri yine sonuna kadar açıktı. Pencerenin önündeki koltukta, babamın sinirli ensesini gördüm. Bir iki adım attım.
‘Sizden sonra çok el değiştirdi’
‘Eskimiş artık, bakım lazım’ dedim gündelik sesimle. Topladığı erikleri avucuma boşalttı, birini ağzına atarken gülümsedi.
‘Bak biz bile eskidik, ev öyle durur mu?’ Ben de ağzıma bir erik atıp çiğnedim.
‘Sizinkiler de erkenden gitti. Hayat işte!’
‘Erken öldüler’ derken ağzıma bir erik daha attım. Sanki alelade bir şeyden bahsediyor gibiydik. Geçmişimiz mezarlığa dönmüştü, ölümler bile eskimişti. Eriklerin arasında damağıma yapışmış ölüm kelimesini de çiğnedim. Ekşiliğin içinde tanımsız bir tat… Bu tadı, babamın ölü yüzünde görmüştüm. Bu tada, annemin durgun ellerinde dokunmuştum. Bu tadı, başkalarında defalarca duymuştum, ama tatmamıştım, henüz tatmamıştım… Dilimin üzerinde birbirlerine karıştılar, birbiri içinde çözündüler, tek parça oldular, zorlansam da yuttum, yutmak zorundaydım. Lokma mideme indi, bir şekilde sindirilecekti, eninde sonunda hücrelerime kadar girecek, önümüzdeki bahara kadar ciğerlerime oturacak, beni boğacaktı. Karşımdaki yüz, duyduğunda önce şaşıracak, erik yerken unutacaktı… Şimdilik ikimiz de yaşamın içinde ölümü çözmeye çalışıyorduk. Elime, erik poşetini tutuşturdu. O, yine çok konuştu, ben çok azını duyabildim.
‘Artık yiyecek kimse kalmadı’ dedi bir ara.
‘Ben varım ’ dedim dışımdan. ‘Ama çok vaktim yok ‘dedim içimden.
İç sesim, dış sesimden çok ayrı tonlara bürünmüştü artık. Yorgundum, sadece evimi dinlemek istiyordum. Zili çaldım ama kapıyı anahtarla açtım. Babam, televizyonun sesini sonuna kadar açmış, bir yıl sonra ölecekti, söylesem de duyamazdı. Annem mutfakta elinden bir tabak düşürdü, biraz söylendi. İki yıl sonra ölecekti, bilse o kadar söylenir miydi? Zihnimdeki zonklama gitgide artıyordu.
Kırılma sesi… Babamın sesi… Annemin sesi… Ufuk’un sesi…Televizyon sesi… Çatal bıçak sesleri… Zil sesi…
Artık hiç durmuyorlardı.
Geçmiş zaman seslerinin bitmeyen yankıları arasında odama girdim. Artık yerinde olmayan yatağıma uzandım, elim gayriihtiyari yatağımın altına sakladığım sigara zulama gitti. Geri kalanını Ufuk’un çantasına doldurdum.
‘Ya ben yakalanırsam?’
‘Senden kimse şüphelenmez oğlum, korkma’
Koridorda gürleyen diktatör ses… Tam önümde ilk tokat sesi… Bir iki gülme sesi…
‘Bu sigaralar da ne demek oluyor?’
‘Ben…’
Leyla’nın çaprazında inen ikinci tokat sesi…
‘Müdürün oğluna yakışıyor mu bu hareketler ?’
‘Utanmaz serseri!’
‘O kravatı düzelt!’
O gün ne güzel de terbiye edilmiştik.Hepimiz çok önemli bir şey öğrenmiştik. Sigaralarımızı daha iyi saklamalıydık! Yeni yerler bulmalıydık, bulamazsak çok derin dehlizler kazmalıydık, içimizi dışımızı oraya gömmeliydik! Hiç açık vermemeliydik yoksa haysiyetimiz bir anda iki paralık edilebilirdi! Büyüdükçe katmanlarımız artmalıydı, o kadar artmalıydı ki ne kadar soyunsak da kendimize ulaşamamalıydık! Kimse bize ulaşamamalıydı! Korktukça dehlizlerimize kaçmalıydık! Sen yinekaçamamışsınama Ufuk… Bak bu yaşta ölmüşsün… Ben de kaçamıyorum artık Ufuk… Çok erken ölüyorum… Korkuyorum ama saklanacak yer bulamıyorum… Ölümler hep mi erken gelir Ufuk? Nasıl bir şey ölmek?
Ellerine baktı, ellerindeki canlılığı gördü, ellerinin toprak altında hareketsizliğini düşündü, çürüyüşünü, renk değiştirişini, yok oluşunu… İrkildi! Eskiden ölüm çok uzaktı, bir gün ölecekti ama o güne daha çok vardı, sadece yankısını duyduğu ölüm şimdi kulağının dibinde bas bas bağırıyordu. Cenazeyi hatırladı, babasının cenazesini. Herkesin yüzünde ölüm şaşkınlığı vardı, üç günlük dünya diyorlardı, bugün var yarın yokuz diyorlardı ama ertesi gün işlerinin başında, hayatın içinde olacaklarından emindiler aslında. Öyle de oldu. Ertesi gün geçti, aylar geçti, kimse ölmedi, ölüm unutuldu, ölümü o da unuttu. Arada bir yine hatırladı ama zaman geçti yine unuttu. Ölüm bir türlü ispat edemiyordu kendini insanlara. Ama şimdi ölüm içindeydi, hatırlamasına gerek kalmayacak kadar içinde! Aslında insandan geriye kalan tek şey; birkaç zihinde çınlayan birkaç cümlelik yankılarıydı… Doğruldu, önce düşüncelerden doğruldu sonra parkelerden doğruldu, son bir sigara yaktı, gün batımına öksürük sesleri karıştı, öksürük sesleri ile yağmur sesleri arasına aylar girdi, gök önce parladı söndü, sonra şimşek sesi duyuldu, cama vuran damlalar sakinleşmeye başladığında bulutların ardındaki görünmeyen yıldızların gözlerini, üzerinde hissetti, oğlunun sesine eski bir tanıdık sesi karıştı, rakısını doldurdu, titrek eline titreyen çenesi eşlik etti.
‘Bekleyenlerimin şerefine!’
– Nimet Balhan