Sevgin O Kadar Güzeldi Ki…
Otuz beş yıl önce, yazar olmak istediğim, ama yazdığım öykülerin hepsinin gönderdiğim dergiler tarafından reddedildiği bir dönemde bir kadın hayatını yazmamı istedi. Tanınmış biri değildi. Ne kadar ilginç bir yaşamı olursa olsun, kitap olarak basılırsa kimsenin ilgisini çekmeyeceğini söyledim. Bastırmak niyetinde değilmiş, okumaları için çocuklarına, torunlarına verecekmiş.
Yaptığımız anlaşmaya göre belli günlerde evine gidecek, anlattıklarını dinleyecek, sonra yazdıklarımı onaylaması için ona verecektim.
Sevgi dolu, karşındakiyle ilgilendiğini gösteren bakışlarına tezat, tonlaması sert, karşısındakinin özeline ait düşüncelerini onu kırmadan, ama asla çekinmeden söyleyen biriydi. Daha ikinci görüşmemizde, pipomu, ondan izin alarak içmeme karşın, “Yakışmıyor sana pipo içmek. Karın olsaydım, pipo içtiğin için seni eve almazdım” demişti. Neden yakışmadığını sormamıştım. Nice sonra kocasının tanıştıklarında pipo içtiğini, bir gün herkesin içinde ağzından alıp yere attığını, onun da bir daha içmediğini; bir başka görüşmemizde de kendisinin uzun yıllar sigara içtiğini, herkesin sigara içişini takdir ettiğini, sigaranın ağzına çok yakıştığını anlatmıştı.
Başlarda sadece dinleyip aklımda kalanları yazıyordum. Sonra notlar almaya başladım. Sonra söylediklerini unutmayayım diye kasete kaydetmeye. Son yıllarda da akıllı telefonuma tabii ki.
Önceleri haftada iki gün giderken bu zamanla üçe, dörde çıktı; son yıllarda haftanın her günü onunlaydım. Yazma hızım anlattıklarına yetişmiyordu. Tanışıklığımız ilerledikçe kimi buluşmalarımızda ben de kendimden bahsetmeye başladım. Dikkatle dinliyor, kimi zaman nasihat veriyor, kimi zaman da, kendi tabiriyle ‘hayatta başarılı’ olmak için uyulması gereken kuralları kim bilir ne zaman bellediği ve yinelemekten bıkmadığı sloganlarla söylüyordu:
“Kan kusup kızılcık şerbeti içtim demesini bileceksin.”
“Helvaya helva demesini de bileceksin, halva da…”
Ve en sık tekrarladığı,
“Aklı selim hareket-i rehberin olsun.”
Son yıllarda oğlu giderek artan sıklıkta görüşmelerimize gelmeye başladı. Bu sayede onu da tanıdım. Kâh annesinin anlattıklarını düzeltiyor (ve söyledikleri annesi tarafından anında reddediliyor,) kâh kendinden bahsediyordu. Her şeyi hafife aldığı izlenimi veren, gülmeyi seven (bunu kendisine söylediğimde, “Asıl en çok annemi güldürmeyi seviyorum” demişti,) ama yalnız kaldığımızda, annesinin yanında büründüğü dalgacı kişiliğin aksine insanlar, yaşam, ilişkiler, edebiyat, sinema üzerine felsefi diyebileceğim derin analizler yapan; öte yandan odaya annesi veya o gün evde olan bir komşu veya bir akraba girdiğinde bir anda stand-up’çıya dönüşen bir kişiliği vardı.
Okuyacağınız kitap anne ve oğluyla otuz seneyi geçkin süren görüşmelerim sonunda ortaya çıktı. Anneye yıllar önceki düşüncemin aksine, yaşam öyküsünün ilginç bir kitap olabileceğini söylediğimde, istifini bozmadan, yıllardır bugünü bekliyormuş gibi, “İstersen yaz, yalnız isim kullanma” dedi, “Zaten ben de hayatımı yazıyorum.”
Yazar merakıyla deyin veya kitaba onun yazdıklarından alıntılar yaparsam daha bütün olacağı düşüncesiyle, ama daha çok kandırılmış olma duygusuyla –kendisi de yazıyorsa otuz küsur yıldır ben ne yapıyordum? – yazdıklarını okuyup okuyamayacağını sordum. Düşüncelerimi okumuş gibi, “Birbirimizi tanıdık” dedi, “Sen hiçbir şekilde bilemeyeceğin bir yaşamı, o yaşam üzerinden birden fazla yaşamı, tarihi öğrendin. Öğrenirken, otuz senede anlattıklarımla birden fazla yaşam yaşadın aslında. Kendini daha zenginleşmiş hissetmiyor musun?”
Ve sonra bir gün, damdan düşer gibi, son görüşmemiz olduğunu söyledi. Aslında seziyordum, her gittiğimde beni gördüğüne sevindiğini söylemesine karşın daha az konuşuyor, sorularıma kısa, iki üç kelimelik yanıtlar veriyor, zaman zaman koltuğunda dalıyor, uyandığında hâlâ burada mısın, diye soruyordu. Giderken kalınca bir zarf verdi, “Yazdıklarım, al istediğin gibi kullan.” Arada uğramamda sakınca olup olmadığını sordum, zaten yazdıklarımı onaylamanız için getirmem gerek dedim.
“Sana güveniyorum, onaya gerek yok” dedi. “Ama bir daha geldiğinde yazmak istediğin her şey bitmiş olsun. O zaman görüşecek çok vaktimiz olacak.”
İsim kullanmama izin vermediği için bu kitabı ona gerçek ismiyle değil, aramızda hitap ettiğim şekliyle ithaf ediyorum.
“Zühal anneye… Sevgin o kadar güzeldi ki…”