Çocuklar Düşünmüşler
“Çocuklar düşünmüşler…”
“Bizim zamanımızda şimdiki gibi öyle internetten resimler, kayıtlar falan yoktu. Aklımızda tutardık her şeyi ve unutmamak için anlatırdık. Elektriklerin kesilip mumların yakıldığı, sobaların üzerinde her akşam yemeğinden sonra demlenen çaylarla beraber pişirilen kestanelerin çıtırtısıyla şenlenen kış akşamlarının eşliğinde ya da bahçede dev gibi ağaçların gölgelerinde kurduğumuz masalarda, yaz sıcağının farkına varmadığımız sabah kahvaltılarının sohbetlerinde bizler anlatırdık, çoluk çocuk da dinlerdi. Anılarımız tek eğlencemiz gibiydi. Şimdilerde hikayelerimizi anlattığımız saatler televizyondaki sonu gelmeyen dizilerle geçiyor.
Seher Hanım ilk görüşmemizde bir şeyleri yeniden anlatacak ve birilerinin tekrar dinleyecek olmasının verdiği heyecanla konuşuyor. Seksenlerinin başında, kendisinin veya yakınlarının başlarından geçen sıradan günlük hikayelerin her hayatı bir roman konusu yapacak kadar malzemeyle dolu olduğunu söylüyor. Bu hikayeler bazen kahkaha, bazen şaşkınlık, bazen de hüzünle karşılık bulurmuş, hayat hepimize her daim aynı duyguları yaşatmak adına oyunlar oynarmış.
“Çocuklar düşünmüşler, sağ olsunlar… İlk söylediklerinde anlattıklarımla bu kadar ilgili olduklarını bilmediğim için çok şaşırdım ama çok sevindim. Yaşlanınca insanın çenesi düşüyor. Aklına geleni de söylüyor. Size bir itirafta bulunayım, ama yazmayın, yok yok yazın, ne de olsa bu onların fikri, hem gülerler belki, bazen dinleyip dinlemediklerini bile umursamadan konuşuyordum. Dinlenilmek önemsiz olduğundan değil hani ama işte bir yandan konuşurken bir yandan da telefonlarına falan bakıyorlar ya, yazmaları yetiştirmeleri gereken bir şeyler oluyor hani, işte o yüzden. Şimdi onlara hiçbir işlerine yaramayacak bunca anıyı anlatırken bir de dinlemelerini beklemek çok fazla olmaz mı? Kulaklarına su kaçırmak gibi birkaç kelime kalsa akıllarında yeter diyordum. Dinlemeyi bırak bir de yazdırmaya kalkmışlar. Bir de istersen tabi diyorlar. İstemez miyim, bayılırım. Çocuklar düşünmüşler, daha ne olsun?”
Seher Hanım 81 yaşında. Evde tek başına kalamıyor, çocuklarıyla yaşamayı da tercih etmiyor, onlara yük olmak en büyük korkusu. Oysa hem kızı hem oğlu defalarca onu da yanlarına almayı teklif etmişler. Herkesin düzeni ayrı olmalı diyerek kabul etmemiş. Bir yardımcısı var; geceleri de kalıyor. Arada bir iki gün izin yaptığında kızının veya oğlunun evine gidiyor kalmaya. Hem torunlarımı görüyorum, hem de değişiklik oluyor, diyor.
“Ama insanın evi gibisi yok. Ben kahve fincanım nerde, ayak battaniyem nerde hepsinin yerini biliyorum. Bir şey aradım mı şıp diye buluyorum. Orada her şeyi başkasından istemem gerekiyor. Bir süre sonra rahatsız olup hiçbir şey istemiyorum. Aklıma ninem geliyor. Biz çocukken birlikte yaşıyorduk. Ama o bizim evimizde değil, biz onun evinde yaşıyorduk. Erenköy’de müstakil bahçeli bir evdi. Ninem şimdi benim gibi 81 yaşına geldiğinde bile evde neyin nerede olduğunu herkes ona sorardı. O yaşta evin düzenini o yürütürdü. Şu vitrindeki fincanlar var ya, işte ta o zamandan kalma. Çok şey sakladım o evden. Babam ninem öldükten sonra iş kurmak için sattı o evi. Ninem yaşarken satılmasına asla izin vermezdi. İnsan yaşlandıkça evine ayrı bağlanıyor. Ben de evime öyle bağlıyım işte. Erenköy’deki evde bir Pazar kahvaltıları olurdu ki hiç sorma, ben kahvaltının hazırlık seslerine uyanır ama ninemin kızarttığı yumurtalı ekmeklerin kokusu bütün evi sarana kadar yataktan kalkmazdım. Ninemin yemek hikayeleri vardır, bak anlatayım bu ekmeklerle ilgili olanı…