Feridun Andaç

Okumayı uğraş edineli beri insanın kendisine sorduğu ilk soru sanırım şudur: Ben kimim? Dahası okuduğu her kitabın onu karşıladığı düşüncenin ardında daha başka sorular da uç verir elbette.

Marguerite Yourcenar’ın Hadrianus’un Anıları’nı okurken karşıma çıkan şu satırlar bu sorularımı gene çoğaltmıştı:

“İnsanın asıl doğum yeri, kendisine ilk kez akıllıca baktığı yerdir; benim ilk anayurdum kitaplar olmuştur; okullar daha az önemli sayılabilir.” (1)

İnsanın kendini bulduğu yer, evet; kitapların var olduğu bir “yurt”. Bir kütüphaneyi de öyle görürüm. Hele hele kendi kurduğunuz bir yurt düşünün… Orayı biriktirilen bir yer değil, tam tersi okunulan bir mekâna dönüştürmek… Duyulan, hissedilen, öğrenilen, bambaşka dünyalara açılan bir yer… Büyülü gelir bana öylesi kurulan bir kütüphane.

Kurduğum kütüphanemdeki okuma masalarımın çokluğunu da buna veririm. Her biriyle bambaşka yerlere gider, adalar kurarım. Öğrenmenin, bilmenin yurdunu inşa ederim adeta. Zira bilirim ki “yaşamak için okumak” gerekir.

OKUMA MERKEZİ DERKEN…

Düşünsem de nicedir dillendiremediğimdi bu: Okuma merkezi kurmak.

Kütüphanemin, arşivimin genişçe bir okur kitlesine açılması gerektiği düşüncesi öteden beri gündemimdeydi. Orada öncelikle Türk edebiyatının “hafızası” yer alıyordu.

Bağış” sözünü hiç mi hiç sevmediğim için; 30 bin kitaplık bir kütüphaneyi, evet, edebiyatımızın hafızası diyebileceğim görsel/yazılı arşivimi tasarladığım böyle bir “merkez”de oluşturmak daha doğru geliyor bana.

Bunu, dostum Cevat Turan’a bir ucundan açtığımda sevinmişti. “Beykoz neden olmasın?” demişti.

Evet, bir yerel yönetim öncülüğünde salt bir kütüphane değil, bir okuma merkezi kurulmaydı. Orada yeni okuryazarlar yetiştirmek için çalışılmalıydı. Hatta bunu sevgili dostum mimar Erhan İşözen’e açmak, onunla bu “merkez”in tasarımını düşünmek gerektiğine de karar verdiğimi söylemeliyim.

Eminim ki bunun ateşleyicisi böylesi bir okuma merkezinin oluşumuna inanan, bunu gerçekleştirmek için adım atabilecek yerel yönetim gerekliydi öncelikle. Öylesi bir “merkez” ancak bu sahiplenmeyle yaşayıp büyüyebilir.

Alberto Manguel’in 40 bin kitaplık kütüphanesini Fransa’dan Kanada’ya, oradan şimdi buna ev sahipliği yapan Lizbon’a taşıması da bundandı. Orada yerel yönetimin buna sahip çıkarak bir “Okuma Tarihi Merkezi” kurması olabilecek bir şeydi. (2)

Eminim ki bu Türkiye’de bir “model” oluşturulabilir. İmlediğim üzre salt “kütüphane” değil. Göstermelik bir “sanat merkezi” hiç değil. Yaşayan, aktif, her bir okuma/yazma/yaratma etkinliğine açık; bir manifestosu olan, asla bir “kermes” vb. mekân gibi görülmeyen ilkeli/özerk bir sanat kurumuna dönüşebilecek okuma merkezi.

Okuma odaları, yazma alanları, kitaba ve okumaya dair her şey… Sergiler, atölyeler, filmler, resimler, belgelikler, arşivler ve kendine özgü bir kütüphane düzeneği…

Sanırım kentlerin artık böylesi “merkez”lere ihtiyacı var.

Sürekli kendini yenileyen, geliştiren, kültür odağı olan merkez.

Bağışlar, katılımlarla, gezici sergiler, söyleşiler, paneller, sempozyumlarla bir kültür adası oluşturmak.

Bulunduğu yerin/kentin prestijini arttıran bir “ada”… üstelik alternatif bir “sanat eğitimi” adası yaratmak…

Sevgili Hüsamettin Koçan, doğduğu yerde, Bayburt’un Bayraktar köyünde açtığı Baksı Müzesi de böylesi bir anlayıştan yola çıkılarak kuruldu.

Gene sevgili Süleyman Saim Tekcan’ın İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi (IMOGA) benzer bir amaçla bir katedral gibi adım adım inşa edildi.

Agora’yı andıran bir mekânda, labirentimsi alanları olan yazma/okuma koridorları. Bir toplumun sözlü/yazılı hafızasını kitaplara, yazıya taşıyan bir yer… Ve böylesi bir yerde kendini yetiştirecek geleceğin okurları/yazarları için bir sanat kültür adası kurmak…

Okuma/yazma eğitimi için bir adım olabilecek okuma merkezini hayata geçirebilmek için öncelikle bir “platform” oluşturmak gerektiğini düşünüyorum. İlk adım benden sevgili okurum.